SERGİLER / GEÇMİŞ / WOLS (1913-1951)

KURULUM

METİN

İki dünya savaşı arasında sıkışan dramatik yaşamıyla Jean-Paul Sartre tarafından “kayıp kuşağın tipik bir temsilcisi” olarak sunulan, eserleri “hüzün ve acı güncesi” olarak görülen ve “insan varlığının yok ediliş belgesi” olarak değerlendirilen, ölümünden sonra yarattığı etkilerle ellili yıllarda modern sanatın oluşmasında itici bir rol oynayan ve Avrupa sanatının seçkin isimleri arasında yerini alan Alfred Otto Wolfgang Schulze’nın ya da kısaca “Wols”un fotoğrafları, suluboya resimleri, gravürlerinden oluşan kapsamlı bir sergi İstanbul Goethe Enstitüsü ve ifa - Dış İlişkiler Enstitüsü işbirliği ile Millî Reasürans Sanat Galerisi’nde düzenlendi.

1913’de Berlin’de doğan 1951’de Paris’te 38 yaşında ölen, orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak özenle yetiştirilen Wols, okul yıllarında bilim, spor ve fotoğrafa ilgi duydu. Hatta müzik hocası onun bir keman virtüözü olabileceğini düşünüyordu. Ancak o, sanki hayatın ona fazla bir şans vermeyeceğini hissetmiş gibi kısa yolu seçti, sınavlara girmeden okulu bıraktı ve bir fotoğrafçının yanında çalışmaya başladı. Bir süre Bauhaus’ta kursa devam etti. 19 yaşına geldiğinde Paris’teydi ve fotoğrafçı olarak iş bulmayı başardı. 20 yaşında, daha sonra evleneceği Macar asıllı Gréty Dabija ile kesin bir yer belirlemeden bir yolculuğa başladı. Gréty, bu gezi için kocasını terk etmişti. İki yıl süren, çoğunluğu Barselona ve İbiza’da geçen bu dönem Wols’un tutuklanması ve Paris’e iade edilmesiyle sona erdi. 1937’de Paris’te genellikle portrelerden oluşan ilk fotoğraf sergisini açtı.

1939’da 2. Dünya Savaşı başlayınca Fransız Hükümeti tarafından Alman vatandaşı olduğu için göz altına alındı ve 14 ay çeşitli kamplarda tutuldu. Ancak Fransız vatandaşı olan Gréty ile evlenince serbest kalabildi ve Marsilya yakınlarındaki Cassis’e yerleştiler. Wols, bu gözaltından sonra aşırı biçimde alkol tüketmeye başladı. Amerika’ya gitmek için girişimlerde bulundu ve 100 kadar yapıtını Amerika’ya gönderdi. Bunlar 1942’de New York’ta sergilendi. Ancak Amerika’ya gidemeyen Wols ve Gréty, 1942’de Almanya’nın Güney Fransa’yı da işgal etmesi üzerine bir kez daha yollara düşerek Dieulefit’e kaçtılar.

Wols’un suluboya ve gravürleri, ilk kez savaştan sonra 1945’te Paris’te Drouin Galerisi tarafından sergilendi. Wols ve Gréty Paris’e döndüler. 1947’de Drouin, Wols’un 40 yapıtından oluşan ikinci sergisini düzenledi. Bu sırada Wols’un sağlığı bozulmaya başlamıştı. 1947-48 yılları boyunca aralarında Sartre ve Kafka’nın da bulunduğu yazarların kitaplarını resimledi. 1951’de Paris’te öldü.

Paris’e geldiği 1932’den sonra burjuva değer yargıları ve estetiğinden hızla uzaklaşan, kendi yolunu açan Wols, yaşadığı zor koşullara ve gözaltı sırasında başlayan alkol bağımlılığına karşın yaratıcı gücünü korumayı ve geliştirmeyi başardı. Ancak sanat yaşamına fotoğrafçı olarak başlayan, sulu ve yağlı boya resim, desen ve gravür gibi değişik alanlarda çalışmalar yapan Wols fotoğrafçı olarak ancak 1978’den sonra düzenlenen sergilerle tekrar hatırlandı ve geniş bir kabul gördü. Wols’un zaman içinde çoğu kaybolan, ancak 1800 negatifi bugüne ulaşan fotoğraflarının çok azı basılabildi.

Bu yazıda Wols’un fotoğraflarının “dönemin biçemine uygun olarak öznel olduğunu, gerçekliğe bireysel açıdan bakarak genellikle görmezden gelinen nesne ve durumlara ilgi duyduğunu ve beklenmedik ayrıntılar üzerinde yoğunlaşarak görülen nesnelerin yarattığı kişisel tepkileri dile getirdiğini” belirtiyor ve Max Ernst ve André Masson ile ilişkilendirerek onun son derece kişiselleştirilmiş bir “üstgerçekçi ve soyut” sanat anlayışı içinde olduğu, “gerçekliği aşarak fantezi alanına yada fanteziden gerçekliğe geçmek, düş gücü ürünlerine yeni ve farklı bir gerçekliğin inandırıcılığını kazandırmak amacıyla karşıtlıkları bilinçli ve etkili şekilde kullandığı” yorumunu yapıyor.

Rathke’ye göre Wols, özellikle desen ve gravürleri ile bu alandaki gelişmelere öncülük etmiş ve çağdaşları onun yapıtlarını izlemiştir: “Wols’un yapıtlarında resmin kendisinin bir biçem öğesi olarak baskın oluşu, aynı dönemde ABD’de kendi tarzını geliştiren Jackson Pollock’u ve resmine dışavurumcu bir yapı kazandıran Mark Tobey’i anımsatır. Üstelik bu üç sanatçı, çok ayrı yollar izleyerek ve farklı dürtülerden yola çıkarak kendi kişisel dillerini yaratmışlardır. Üçünün de ortak noktası, Sürrealizmii başlangıç noktası olarak almaları, biçim ve etki açısından öteki soyutlama türlerinden farklı ve nesnellikten uzak yeni bir sanat yaratmayı amaçlamalarıydı”.

Millî Reasürans Sanat Galerisi’ndeki sergi ve yayımlanan katalog, 1930 ve 40’lı yılların bu aykırı, öncü ve “peintre maudit” yani “lanetli ressamı”nı geç de olsa yakından tanımak için İstanbullu sanatseverlere belki bir daha tekrarlanamayacak bir fırsat sunuyor. Sergi 25 Ocak-25 Şubat 2006 tarihleri arasında izlenebilir.

ESERLER