Rahmi Aksungur’un yapıtlarını hedef alan bu sergi, heykel sanatına ilişkin bir tanım ve algılama sorunu üzerinde de durmakta. Çevreye düzen vererek ya da kurulu olanı bozarak kendi işleyişini bulan heykel disiplininin kendisine biçtiği rolü belirlemek bu çalışmanın sunmaya çalıştığı girizgâhlardan sadece biri.
Bizde, gönderimini kendi iç yapısından alan, çevresiyle ilgisiz, çoğunlukla da soyut bir biçim olarak görülen heykelin gündelik dil ve onu seyredenle arasında inşa ettiği ilişkiyi aralamak ve buna açıklayıcı bir tanım getirmeye çalışmak, uzun süreden beri hem sanatçıların hem de yazarların atladıkları bir olgu oldu. Heykeli durmadan kendi ötesine, iç kabuğuna iten bir pratiğin, kamusal alanda, galeri mekanında boy gösterişinin seyri ve nedenselliği üzerinde durulmadı. Bununla beraber, üç boyutlu yapısından kaynaklanan form dilinin ayrıcalıklı, yüce bir estetikle ilişkili olduğu açık açık söylenmese bile ima edildi. Bu sayede heykel ile izleyicisi arasındaki uçurum, kolay kolay kapatılmayacak şekilde aralandı. Oysa bu kapalı dizge içerisinde dahi disiplinin iç yapısına ilişkin konuşulmayan pek çok nokta var: Doğada organik halde bulunan ile ona şekil vererek sergilenen eser arasındaki fark nedir? Heykele eklemlenen veya bilakis heykelin kendisinin ürettiği mekân sorunu nasıl bir işleyiş arz eder? Heykelin boyutunun, ona ait biçiminin içsel bir özelliği ya da özünün bir parçası olup olmadığı söylenebilir mi? Heykeltraş görünüşte olmayanı keşfeden yoksa üreten kişi midir? Birkaç istisnai örnek dışında yazın ve düşün dünyamızda bu tip sorular üzerinde durulmadı. Durulduysa bile bu tartışmalar atölye sohbetlerinden dışarıya taşınmadı. Heykelin sokakla kurduğu eksik ve yetersiz diyaloğun arkasında bu nedenin de bir yeri olmalı.