Bir kent, tanıklıkları, tanıkları varsa yaşamıştır. Onların zenginlikleri, ihtişamları, çoğu zaman, yapılarıyla, hazineleriyle anlatılır. Oysa ki esas zenginlik, kentin biriktirdiği anılardır... Anıları çoksa, kentin tarihi uzundur, anıları azsa, kentlerin tarihleri, sadece bir “an” kadar olabilir.
Tıpkı insanlar gibi...
Kentlere tanıklık edenler, çoğunlukla insanlar olsa da sadece insanlar değildir.
Bazen bir köşe taşı, bazen bir ağaç, bazen bir dağ, bazen bir böcek, bazen bir kedi, bazen bir köpek, bazen de bir at olabilir...
Evet... Atlar.
İnsanın tarihi ile neredeyse özdeş bir tarihe sahip, insanın olduğu tüm tarihsel dilimlerde yanında olan, o güzel hayvan…
Siyahı, kahverengisi, beyazı, grisi, alacalısı…
İnsanla bu kadar iç içe geçmiş, et ile kemik haline dönüşmüş olan “at”ın tarihi, insanlığın tarihidir.
İnsanın yarattığı uygarlıkların, en büyük tanığı da “at”tır.
Hayat ona, insanın yaptıklarına “tanıklık” görevini vermiştir.
Atlar bazen; mermere işlenmiş devasa bazen de küçücük bir heykel, bazen; pişmiş toprak heykelcik, bazen; bir lahit yüzeyindeki rölyef, bazen; bir tapınağın dört bir tarafını kuşatan alın betimlemesinde, bazen bir paranın üzerinde, bazen bir yağ kandilinde, bazen bir freskte, bazen bir vazo üstü resminde, bazen de gerçek bir kafatası olarak, kentlere ve insanlara tanıklık etmişlerdir...
Binlerce yılın insanlık serüvenine tanıklık eden atlar, insan tarafından bugünlere taşınan “sanat yapıtları”na dönüştürülmüşlerdir.
At betimlemeleri, ait oldukları kenti bugüne taşırlar ve bir başka bakışla; “her at, ait olduğu kentin kendisidir.”